Saint jean şövalyeleri’nin 1402’de inşa ettiği bodrum kalesi, 47 yıl önce müzeye dönüştürüldü… Bu müzede, antik çağ şaheserleri şövalyelerin armalarının altında sergileniyor. müzenin salonlarında, ticaret gemileri tüm görkemiyle beliriyor, ipek elbiselerini giymiş karyalı bir prenses, konuklarını en zarif haliyle selamlıyor!
Bodrum, yalnızca Muğla’nın ve Ege’nin değil tüm Türkiye’nin çekim merkezi gibi. Ama, sadece günümüzde değil… Son 30 yılda da değil… Binlerce yıldır böyle. Gündoğan yakınlarındaki Peynir Çiçeği Mağarası’nda bulunan taş ve bronz kalıntılar, bölgede yaşamın Bakır Çağı’na, yani M.Ö. 5000’lere kadar uzandığını gösteriyor. Heredot’un yazılarından, ilk kentin de M.Ö. 1000 yıllarında bugünkü kalenin bulunduğu yerde kurulduğunu öğreniyoruz. M.Ö. 4’üncü yüzyıldan itibaren altın yıllarını yaşayan ve antik çağda Halicarnassos olarak anılan şehir, Karya’ya 24 yıl süreyle başkentlik etmiş. Dönemin en gelişmiş uygarlıklarından biri olan Karyalılar, arkalarında bir de ‘dünyanın yedi harikası’ndan birini bırakmış. Yani günümüze kadar uzanan ‘mozole’ sözcüğünün kaynağı, Kral Maussollos’un anıt mezarını.
Şövalyeler Çağı
Zaman hızla geçip, Antik Çağ’ın büyük uygarlıkları tarihin tozlu sayfalarında yer alırken, Ortaçağ Avrupası’nın en önemli aktörlerinden Hıristiyan şövalyeler de Bodrum’un önemini fark etti. Kendilerini ‘Hıristiyanlık inancının koruyucusu’ ilan eden Saint Jean şövalyeleri, 1402’de Sultan Mehmet Çelebi’den izin alarak kalenin inşasına başladı. Şövalyeler, iddialarını da, Kral Maussollos’un dillere destan mezarının taşlarını kullanarak gösterdi. Anıt mezardan getirilen taş bloklarla, yüksekliği 47.5 metreye ulaşan, 180×185 metre ebatlarındaki kale ortaya çıktı. Şövalyeler, kalenin denize hakim kulelerine, içlerindeki her grubun geldiği ülkenin adını verdi: İngiliz, Fransız, İtalyan, İspanyol kuleleriyle Yılanlı Kule.
Taş ve ahşap işçiliğinin en güzel örnekleriyle süslenen kale 16’ncı yüzyılda Osmanlılar’ın eline geçti ve bir dönem hapishane olarak kullanıldı. 1915 yılında Fransızlar tarafından bombalanan ve yıllarca kaderine terk edilen kale, 1964 yılında müzeye dönüştürüldü. Şimdi Türkiye’nin tek sualtı arkeoloji müzesi olma unvanını taşıyan bu müze, birbirinden önemli binlerce kara ve sualtı bulgusunu içinde barındırıyor.
Dünyanın en geniş koleksiyonu! Müzenin ziyaretçileri, şövalyelerin ejderha, eşit kollu ve klasik haçlarla süslediği 7 kapıdan geçerek iç kale bölümüne ulaşıyor.
Bu bölüm, ‘dünyanın en büyük amfora koleksiyonuna’ ev sahipliği yapıyor. Antik Dönem’de şarap, zeytinyağı ve kuru gıda maddelerinin taşınıp depolanmasında kullanılan bu iki kulplu, sivri dipli testiler, kullanıldıkları dönemin ticari ve sosyal hayatını anlatan önemli ipuçlarını barındırıyor. Burada, M.Ö. 1400-1992 yılları arasında üretilen çeşitli amfora örnekleri ziyaretçilerle buluşuyor.
Antik Çağ ticaretinin bel kemiği sayılan, bu zarif ama dayanıklı testi türünün nasıl şekillendirildiği, nasıl fırınlandığı gibi üretim aşamaları ile içlerinde nelerin saklandığı, gemilerde nasıl depolandığı çizimlerle anlatılıyor. Ziyaretçiler kalenin sağına döndüklerinde, Antik Çağın, Ortaçağ şövalyelerinin ve Osmanlı’nın aynı mekanda iç içe geçen dünyalarına tanıklık etme fırsatı buluyor. Gotik mimarinin en güzel örneklerinden biri olan şapelin duvarları, Mausoleion’dan getirilen yeşil taşlarla örülmüş.
Görkemli taş işçiliği ile dikkat çeken şapelin köşe taşlarına ise bu bölümün yapımına-onarımına katkıda bulunan şövalyelerin armaları işlenmiş. Kalenin Osmanlılar tarafından fethinden sonra, yanına minareler ilave edilen bu bölüm camiye dönüştürülmüş.
Birkaç dakikada tarih yolculuğu
Üç ayrı zaman dilimi ve inanç sisteminin iç içe geçtiği şapelden çıkıp, sağa doğru ilerlendiğinde kulelere ulaşılıyor. Bu küçük yolculuğa, duvar kenarında sergilenen ‘ostotekler’ (ölülerin küllerinin saklandığı kaplar) eşlik ediyor. M.Ö. 1 ve M.S. 2’nci yüzyıla tarihlenen bu kaplar üzerlerindeki, Eros, Zeus, Medusa başları ve öbür dünya tasvirleriyle dikkat çekiyor.
Bu yolun sonunda Antik Çağ’ın en önemli eserlerinden olan Mausoleion’un maketlerinin bulunduğu alana ulaşılıyor. Yolculuğun devamında ziyaretçiler, Antik Çağ’ın zarif cam işçiliği örneklerinin sergilendiği Cam Batığı Salonu’yla karşılaşıyor. Salonun sağında yer alan vitrinlerde, M.Ö. 16’ncı yüzyıla ait Miken cam boncuk dizileri ve Kaş’taki Uluburun Batığı’ndan çıkartılan aynı döneme ait cam külçeleri yan yana sergileniyor. Soldaki vitrinlerde ise Stratonikeia ve Kaunos gibi antik şehir kazılarında elde edilen cam buluntular yer alıyor.
Ancak Cam Batığı Salonu da müze ziyaretçilerine unutulmaz bir sürpriz de hazırlıyor. Salonda, dünya sualtı arkeolojisinin en önemli eserlerinden biri olan Serçe Limanı Batığı da sergileniyor. M.Ö. 10’uncu yüzyıla tarihlenen bu gemi kalıntısı, Marmaris yakınlarındaki Serçe Koyu’nda 1977-1979 yılları arasında yapılan sualtı kazı çalışmaları sonucu gün ışığına çıkartılmış.
Fatimi Limanları’ndan aldığı hurda cam ile Bizans sularında seyrederken battığı düşünülen bu geminin içinden çıkan cam eserler ve mürettebatın eşyaları da müzenin ziyaretçilerini antik çağ denizcilerinin hayatına götürüyor.
Sikke ve mücevherat salonu
İtalyan Kulesi’nin alt katında ise Sikke ve Mücevherat Salonu yer alıyor. Değiş tokuş sisteminin yarattığı zorluklarla başa çıkmak için Lidyalılar tarafından icat edilen ve ‘sikke’ adı verilen madeni paralar burada sıra dışı bir yöntemle sergileniyor.
Bu salonda, sadece M.Ö. 6’ncı yüzyıldan M.Ö.2’nci yüzyıla kadar uzanan dönemde basılan altın ve gümüş paralar sergilenmekle kalmıyor, paranın satın alma gücü hakkında da müze ziyaretçileri bilgilendiriliyor. Üstelik bu bilgilendirme kuru ve anlaşılmaz bir dille de yapılmıyor. Mesela M.Ö. 4’üncü yüzyıla ait bir tetradrahmi’nin (en büyük sikke) yanındaki etikette bu paranın bir öküz almaya yettiği belirtiliyor.
Bunun hemen yanında yer alan ve M.Ö. 2’nci yüzyılda basılan bir tetradahmi’nin altındaki etikette ise ancak 20 tetradrahmi ile bir öküz satın alınabildiği anlatılıyor. Sergilenen her sikkenin yanında satın alabilirlik gücünün anlatıldığı bu salonun son vitrinlerinde, günümüzde bir ekmeğin kaç TL’ye satın alınabildiği gösteriliyor.
Bu salonda ayrıca Mausoleion kazısında bulunan birbirinden kıymetli mücevherat da sergileniyor. Bu bölümde, her biri arkeoloji ve sanat tarihi açısından büyük önem taşıyan kolyeler ve diademler (taçlar) dikkat çekiyor. Diademlere ayrılan vitrinde üzeri zeytin ve defne yaprağı şeklinde kesilmiş altın parçalar sergileniyor.
Karyalı Prenses ya da Kraliçe Ada
Yapının ‘Baltalı Kule’ olarak anılan bölümünde ise, ziyaretçileri Antik Çağ’da Muğla bölgesinin tümüne hükmeden büyük bir kraliçe bekliyor. Karyalı Prenses Salonu’nda, antik dünyanın en güçlü kadınlarından biri olan Kraliçe Ada, ham ipekten dikilmiş açık renkli elbisesiyle ve makyajıyla ziyaretçilerini karşılıyor. Bu görkemli karşılamanın öyküsü ise 1989’da Bodrum’da bir temel kazısı sırasında ortaya çıkartılan bir lahitle başlıyor. Lahitin içinde 44 yaşında öldüğü belirlenen, altın işlemeli elbiseleri, takılarıyla gömülmüş bir kadın iskeletine rastlanılıyor.
Kafatası İngiltere Manchester Üniversitesi’ne götürülüyor ve inceleniyor. Daha sonra kafatası özenli bir çalışma sonucu etlendiriliyor. O sıralarda henüz kimliği belirlenemeyen kadına Bodrum Müzesi yetkilileri ‘Karyalı Prenses’ adını uygun buluyor. Yapılan araştırmalar derinleştikçe bu kadının Büyük İskender’in manevi annesi Kraliçe Ada olduğu ortaya çıkıyor. Günümüzde Karyalı Prenses’in maketi, iskeleti ve tüm takıları bu salonda sergileniyor.
Karya baltaları, Zeus tasvirleri, Medusa başları ile süslü bu salonda Kraliçe Ada’nın hayatı çizgi roman tekniğiyle konuklara aktarılıyor, kafatasının etlendirilmesi çalışmaları video gösterileriyle sunuluyor. Kısacası, Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi’nin her salonu, hatta her duvarı bile izleyicilerine bambaşka öyküler anlatıyor. Bir zamanlar şövalyelerin zırhlarının ve kılıçlarının sesiyle çınlayan bu müze, artık her yıl binlerce ziyaretçiyi ağırlıyor. Kaynak: Antik Halikarnassos-Oğuz Alpözen